Bilindiği gibi İslamiyet, insanlığa gönderilen son Hak dinidir. Museviliğin ve Hıristiyanlığın insanlık için veremediklerini İslamiyet tamamlayacak şekilde, yani tekemmül etmiş bir din olarak gönderilmiştir.
Onun için İslamiyet, insanlık alemine bir adalet güneşi gibi doğmuştur.Yani her şeyden önce insanlar arasında adaletin ve eşitliğin sağlanmasını ve kekresin hakına saygı gösterilmesini istemiştir. Adil olmayanın ve dürüst davranmayanın İslam’da yeri yoktur. Ayrıca İslamiyet insanlığı cehalet karanlığından kurtarmak için gönderilmiştir. Nitekim, İslamiyetin ilk emri okumak ve öğrenmek üzerine olmuştur.
Böyle bir emir hiçbir dinde yoktur. Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ eden Hz. Muhammed “İlim Çin’de olsa da gidin öğrenin” açıklamasını yaparak İslam’ın ilk emrinin yorumunu tartışmasız bir şekilde ortaya koymuştur . Kısaca, İslam’ı benimseyenlerin mutlaka okuyup öğrenmelerini istemiştir. Cahil kalan, okumayan kişinin İslam’da yerinin olmadığı anlatılmıştır. Hem dini ve hem de dünyevi ilim dalları öğrenilecektir. İslam’ın güzel emirlerinden biri de çalışma ile ilgilidir. Çalışmayan tembel insanın İslam’da yeri yoktur. Nitekim Hz. Peygamber, çalışmayana selam bile vermemiş ve Müslümanlara “Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışın, aynı zamanda yarın ölecekmiş gibi Cenab-ı Hakk’a karşı vazifelerinizi ifa eden” tavsiyesinde bulunmuştur. Bu ana prensiplere ilaveten İslam’da temizlik (bedenen, ruhen ve fikren) önemli bir yer işgal eder. Din alimlerinin “temiz amel” dediği fikri, ruhi ve bedeni temizliğe sahip bir Müslümanın çevresinde uyumsuzluk yapması ve çevresini pis tutması mümkün değildir.
İslam’ın burada saymakla bitmeyecek güzel prensiplerinden biri de barışseverlik, hoşgörü ve yardım severliktir. Müslümanların kavgadan uzak, hoşgörülü ve yardımsever olmaları, bulundukları topluma ve insanlığa büyük katkı sağlayacağı gayet açıktır.
Kıymetli ilahiyatçılarımızdan Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın izah ettiği gibi, hoşgörü, din vicdan hürriyeti İslamiyetin vazgeçilmez düturları başında gelmektedir. Prof. Dr. Fığlalı’nın tespitine göre Kur’an-ı Kerim “ Dinde zorlama yoktur” ( Bakara (2) s. 256), “Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus (10), s.99 ) ve “Peygambere düşen sadece tebliğ etmektedir…” (Maide (5) s.99) buyurmaktadır.
Yukarıda izah edilen prensiplerde görüldüğü gibi, İslamiyet, akla, mantığa bilgiye ve hayatın gerçeklerine dayanan bir din olarak insanlığa gönderilmiştir.
Türk insanının hayat felsefesi olan “Türk Töresi” ve onun prensiplerin oluşturan adalet, eşitlik, iyilik, yardımseverlik ve hoşgörü hatırlanır ise, İslam’ın bu husustaki prensipleri ile ne kadar benzeştiği kısaca birbirini tamamladığı görülecektir. Onun için Türkler, kendi “Gök-Tanrı” dinine benzerliğin yanı sıra Türk Töresi’nin prensiplerine çok benzediği için İslam’ı diğer milletlerden daha çok severek ve isteyerek kabul etmişler, onun prensiplerini yaymak ve müdefaa etmek için herkesten çok fedakarlıkta bulunmuş lardır. Burada akla şu soru gelebilir:Acaba Türkler İslam’a girdikten sonra Türk Töresi’ni ne dereceye kadar uygulamışlardır. İslam öncesinde olduğu gibi, İslami devirlerde din işleri ile devlet işlerini ne dereceye kadar ayrı yürütmüşlerdir?
Türklerin İslam öncesinde olduğu gibi, İslam devirde de din işleri ile devlet işlerini ayrı yürüttüklerini, devlet idaresini adalet ve hoşgörü içinde yaptıklarını, insanlara din ve ırk ayrımı gözetmeden eşit muamele ettiklerini görmekteyiz. Daha önce verdiğimiz Hazar Devleti örneğinde olduğu gibi, Selçuklu Devleti’nde de aynı uygulamanın devam ettiği görmekteyiz. Bilindiği gibi 1040 Dandanakan Zaferi ile kurulan Selçuklu Devleti, kısa zamanda Ön-Asya’da hakim olmuştu. Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı olan Tuğrul Bey (1040-1063) Abbasi ordularını 1055 tarihinde yenerek, Halifeliği de uhdelerinde bulunduran bu hanedanın başkanı Kaim bi-Emrillah’ı bir nevi himayesine almıştı. Bir müddet sonra Halifenin damadı da olan Tuğrul Bey, bütün İslam dünyasını da idaresi altına toplamıştı. Bunu üzerine Halife, Tuğrul Bey’e “Devlet işlerinin yanı sıra dini işleri de birlikte yürütmenin doğru olacağını ” söylemiştir. Bu söz üzerine Tuğrul Bey “ Efendim. Siz Halifemiz olarak kalın ve bütün Müslümanların dini lideri olun. Bu kulunuz da dünya işlerini, yani devlet idaresini yürütsün” diyerek, din işleri ile devlet işlerinin ayrı yürütülmesi gerektiğini söylemiştir. Tuğrul Bey’in bu cevabı üzerine Halife Kaaim bi-Emrillah, Müslümanların dünya işlerini başarı ile yürüttüğü için kendisine pek çok ünvanlar verdiği Tuğrul Bey’e 28 Ocak 1058’de yapılan bir merasimle, “Allah’ın kendine tevdi ettiği bütün ülkelerin idaresini Ona (Tuğrul Bey’e) devrettiğini resmen bildirerek” Selçuklu Sultanını “Dünya Hükümdarı” ilan etmiş ve İslam camiasının sadece dini reisi olarak köşesine çekilmiştir.
Böylece Türkler, eski geleneklerinde olduğu gibi, din ve dünya kuvvetlerini tamamıyla ayırarak, İslam Alemini bir nevi “Laiklik” anlayışını getirmiş oluyorlardı.
Yazan: Mehmet Saray
0 yorum:
Yorum Gönder